Sosyal Medya

Güncel

Yıldıray Oğur: Babiali’de 58 dergi çıkarıp batırmıştı. 59’uncu işi Hürriyet gazetesiydi

Karar gazetesi yazarı Yıldıray Oğur Hürriyet gazetesinin kuruluş öyküsünü köşesine taşıdı.



Yıldıray Oğur, Hürriyet gazetesi kurucu Erol Simavi'nin ilginç yaşamını ve Babı-ı Ali'nin ilginç olaylarını tam da Doğan medyanın satışının yaşandığı bir dönemde köşesinde değerlendirdi.

Yazının Tamamı

5 Kasım 1991 günü, Kanarya Adaları’ndaki Tenerife Adası açıklarında demirli olan dünyanın en büyük ve lüks yatlarından Lady Ghislaine’ın güvertesinde dolaÅŸan 67 yaşındaki Ä°ngiliz medya patronu Robert Maxwell ayağı kayarak düştü ve hayatını kaybetti.
 
Bir rivayete göre biraz fazla içmişti ve her şey bir kazaydı. Bazı yakınlarına göre maddi sıkıntılara dayanamayıp intihar etmişti. Daha sonra yayınlanan spekülatif bir kitaba göre ise bu bir MOSSAD cinayetiydi.
 
Nazilerin iÅŸgal ettiÄŸi Çekokslavakya’dan kaçan bir Yahudi olan Maxwell, Ä°kinci Dünya Savaşı yıllarında bütün Avrupa’da Nazilere karşı savaÅŸmış, madalyalı bir savaÅŸ gazisiydi. Bu sırada öldürdüğü bir sivil Alman belediye baÅŸkanı ile ilgili dosya yıllar sonra rakip bir gazete tarafından yeniden açılmıştı. Ä°ntihar olduÄŸunu söyleyenler, bu dosya yüzünden başına bir iÅŸ gelmesinden endiÅŸe ettiÄŸini ileri sürdüler. Ä°srail’in kurulması için mücadele eden inanmış bir Siyonist olan Maxwell, 1948 Savaşı’nda da Ä°srail cephelerindeydi, Britanya’daki Daily Mirror ve diÄŸer gazeteleri İşçi Partisi’ni destekleyen gazetelerdi ama bazı gazetelerinde eski Mossad ajanlarının çalıştığı ileri sürülmüştü ve cenazesi de Kudüs’te topraÄŸa verilmiÅŸti. Cinayet diyenler de bu geçmiÅŸi ileri sürdüler.
 
Kaza, intihar ya da cinayet her neyse ölümünden bir yıl önce medya tröstü Maxwell, Lady Ghislaine yatıyla Tel Aviv’den Ä°stanbul’a gelmiÅŸ, dev yat BoÄŸaz’a demirlemiÅŸti. SavaÅŸ yılları Nazi iÅŸgalinden sonra Çekoslavakya’dan trene atlayıp kaçtığı Ä°stanbul’a bu ziyaretinin sebebi ise sadece turizm deÄŸildi.
 
Maxwell, Erol Simavi’den Hürriyet gazetesinin yüzde 49’unu almak için Ä°stanbul’daydı. 270 milyon sterlinlik teklifi o günler için dudak uçuklatacak bir teklifti. Özellikle de üç yıl sonra Simavi’nin, gazetenin yüzde 25’ini Erol Aksoy’a ancak 16 milyon dolara satabildiÄŸi düşünülürse...
 
Satışa herkes kesin gözüyle bakıyordu. Erol Simavi, siyasi baskılardan sıkılmış, üç ay önce gazete yöneticisi Çetin Emeç’in öldürülmesiyle gitme vaktinin geldiÄŸine ikna olmuÅŸ, zarar eden gazetesini devredecek birini aramaya baÅŸlamıştı.
 
Aslında böyle düşündüğünde 74 yıllık bir medya ailesinin veliahtıydı.
 
Gazetecilik iÅŸini miras aldığı babası Sedat Simavi, II. Abdülhamit’in ilk sadrazamlarından, Galatasaray Lisesi’nin kuruluÅŸ kararını imzalayan Sürmeneli Safvet PaÅŸa’nın torunlarındandı. Amcası da Sultan ReÅŸad’ın sarayının genel sekreteriydi.
 
Soylu bir aileden gelmesine raÄŸmen basın iÅŸine merak salan Sedat Simavi, 1916 yılında ilk dergisini çıkarmıştı. Bugünlerde torununun oÄŸlunun bir internet sitesi olarak devam ettirdiÄŸi Diken de, iÅŸgal günlerinde “bükülen dudaklara biraz tebessüm vermek” sloganıyla çıkardığı Ä°stiklal Harbi yanlısı bir siyasi mizah dergisiydi.
 
Uzun yıllar çıkacak haftalık Yedigün ve sert bir Kemalist ve milliyetçi mizah anlayışı olan Karagöz gibi Babiali’de 58 dergi çıkarıp batırmıştı. 59’uncu iÅŸi Hürriyet gazetesiydi.
 
Ä°kinci Dünya Savaşı’nın ardından demokrasiye doÄŸru ilerlerken yayına baÅŸlayan Hürriyet’in 1 Mayıs 1948 günkü ilk sayısının birinci sayfasında hem CumhurbaÅŸkanı Ä°smet Ä°nönü’nün hem de Demokrat Parti’yi kuran Celal Bayar’ın yazıları yer almış, gazete ilk günden tarafsızlık mesajı vermiÅŸti.
 
Hem baskı kalitesi, hem fotoğraflara daha önceki gazetelerde olmadığı kadar yer vermesi hem de o güne kadar edebi dille yazılan haberleri basitleştirip, kısaltmasıyla Hürriyet, hala devam eden bir basın ekolünün öncüsü oldu.
 
Bu geniÅŸ imkanlar ve baskı kalitesi rakiplerinin, gazetenin “Burla Birader”lerin desteÄŸiyle yani Yahudi sermayesiyle kurulduÄŸu dedikodularını çıkarmasına neden olmuÅŸtu. Simavi, yedi ceddinin Türk olduÄŸunu, Burla KardeÅŸlere borcunu ödediÄŸini söyleyerek iddiaları reddetti.
 
Yetmedi gazetenin logosuna Türk bayrağı koydu. Bundan 10 gün sonra da bayrağın yanına “Türkiye Türklerindir” sloganı eklendi. Bir de “Mecburi bir açıklama” diye bir yazı yazdı:
 
“Ben Yirmi beÅŸ seneden beri Türkiye’nin en çok satan mecmualarını çıkararak topladığım para ile bu gazeteyi kurdum. Çok zengin dostlarıma ve yalnız imzam mukabilinde bana kredi açabilen milli bankalarımıza raÄŸmen bu gazeteye on paralık yabancı sermaye sokmadım. Ben yüzde yüz su katılmamış bir Türküm ve Türklüğün ideallerini tahakkuk ettirmek için bu gazeteyi çıkarıyorum. “Hürriyet”in ilk nüshasında çıkan baÅŸyazımda dediÄŸim gibi bu memlekette hakiki demokrasinin tahakkuku için çalışıyorum. Åžahsi emellerim yoktur.(…)Ne hazindir ki “Hürriyet”in bu muvaffakiyetini çekemeyenler ÅŸimdi onun Yahudi sermayesi ile çıktığını söylemeye kadar varıyorlar. Bu meyve veren aÄŸaca, zayıf kimseler, kabiliyetsiz ve sinsi ÅŸahsiyetler taÅŸ atarak zayıflatacaklarını zannediyorlar… Gülerim onların bu beyhude zahmetine. Tekrar ediyorum: “Hürriyet” benim ÅŸahsi sermayem ile çıkan yüzde yüz bir Türk gazetesidir. Makinelerimde, kağıdımda beÅŸ paralık olsun kimsenin hissesi yoktur.”
 
Aslında gazete “yerli ve milli” çizgisini ilk sayılarından itibaren ortaya koymuÅŸtu. EÄŸer Türkiye’de bir Kıbrıs meselesi varsa bu aslında Sedat Simavi’nin Kıbrıs’ı mesele yapması sayesinde olmuÅŸtu.
 
Sakız Adası’nda mutasarrıf olan babasının mezarının Rumlar tarafından tahrip edilmesi, Kıbrıs’a bir gezisi sırasında Müslüman Türklerin HristiyanlaÅŸtırıldığını öğrenmesi üzerine, Türkiye’de kimsenin gündeminde olmayan Kıbrıs’ı 1948’den itibaren gazetenin sayfalarına taşımıştı.
 
“Kıbrıs Türktür” cemiyetinin kurulmasına da ön ayak oldu. Hatta ısrarlı yayınları üzerine 1953’de dönemin DışiÅŸleri Bakanı Fuat Köprülü “Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur” dedi. Bu açıklamayı “Gaflet” baÅŸlığıyla manÅŸet yapan Simavi’yi Köprülü mahkemeye verdi. Ağır ceza mahkemesinde Kıbrıs için yargılanan Simavi, bir ay sonra 57 yaşında hayatını kaybetti.
 
Yerine geçen oÄŸulları Erol ve Haldun Simavi de aynı yayın çizgisini izlediler. 6-7 Eylül 1955 olaylarına giderken, Hürriyet’in Ä°stanbul’da Patrikahane ve Rumlar aleyhine yaptığı milliyetçi yayınlar da etkili olmuÅŸtu.
 
Simavi ailesi daha sonra iktidarlarla zaman zaman çatışmalar yaşasa da çoğunlukla dostane ilişkiler içinde oldu.
 
En ciddi çatışmalardan biri Haldun Simavi’nin çıkardığı Günaydın’ın BaÅŸbakan Süleyman Demirel’i, eÅŸi Nazmiye Demirel’in yasak iliÅŸki yaÅŸadığı bir iÅŸadamının öldürülmesiyle iliÅŸkilendiren manÅŸeti üzerine, muhabirin tutuklanması, Haldun Simavi’nin yabancı hizmetçisinin casus diye sınır dışı edilmesine neden olan krizdi.
 
Hürriyet ve Erol Simavi ise en büyük çatışmayı, ailece görüştükleri, hatta köşkün mutfağında Semra Hanım’a fal bakacak kadar yakın oldukları söylenen BaÅŸbakan Turgut Özal’la yaÅŸamıştı. Özal’ın çocuklarının hayatları, yolsuzluk hikayeleriyle gerilen iliÅŸkiler, Özal’ın gazete kağıdına fahiÅŸ zammıyla kopmuÅŸtu. Erol Simavi, 19 Nisan 1988 günü Hürriyet’in sürmanÅŸetinden medya tarihine geçen “Sayın BaÅŸbakan” diye baÅŸlayan açık mektubu yayınladı:
 
“Sayın BaÅŸbakan,
Sevdiğimiz, beğendiğimiz umut bağladığımız kişiydiniz. Şimdi itiraf edeyim, sizi artık tanıyamıyorum.
Hele şu sıra:
By-pass denilen cerrahi işlemin (..) sizde uyandırdığı etkiyi iki kelimeyle özetleyebilirim:
Basından nefret!
Sağlık seferinizden dönüş gününden beri bizleri köşeye sıkıştırma çırpınışı içindesiniz. Elhak, başarıyorsunuz da... Yetinmiyorsunuz, daha daha daha sıkıştırmayı düşlüyorsunuz.
Siz şu by-pass gerçeğini yaşıyorsunuz, ama bir başka gerçeği unutuyorsunuz:
Dev bir çomar olup, mini mini bir tekirin üzerine hamle ederseniz bile onun, can havliyle atılıp yüzünüzü, gözünüzü tırmalayacağını...
Elbette ki ne siz o yaratıksınız, ne de bizler öteki...
Ama üzerine basa basa söylüyorum:
Bizler hancıyız, sizler öyle de, böyle de yolcu...
Bazı akşamlar, televizyonumun penceresinden sizinle yüz yüze geliyorum:
Bakıyorum, (..) avaz avaz bağırıyorsunuz. Kelimeleri, dudaklarınızdan hem püskürtüyor, hem de adeta çevreye saçıyorsunuz:
‘Basın yalan yazıyor!’
Ben de işte asıl o zaman isyan ediyorum:
Hayır sayın Başbakanım!
Basın yalan yazmıyor. (..) Bizlerin arasında, bırakınız yalan haberi, yanlış habere bile tahammül gösterecek meslektaşım yoktur.
Kabul ediyorum: Devr-i şahanenizde basın sevilmiyor. Gazetelerimizin kamuoyunda cana yakın bir görüntü taşıdıklarını da sanmıyorum. Sizin de olayı içinizin yağları eriyerek körükleyişinize her gün tanık oluyorum. (..)
Bu ne kiÅŸiliksiz düzendir ki, parmağınızın bir iÅŸaretiyle pazar günü olmasına raÄŸmen savcılar çalışır, gazete toplatır. Bu ne onurdan yoksun devlet kuruluÅŸlarıdır ki, yine bir göz kırpmanızla kâğıdımıza katmerli zammı bindirir.”
 
Mektup ağırdı ama kavga uzun sürmemiÅŸti. 12 gün sonra Ankara’daki Hürriyet’in 40. KuruluÅŸ kutlamasına BaÅŸbakan Özal da katıldı. 12 Mayıs 1988’de Özal, Sedat Simavi’ye kırmızı pasaport vermiÅŸ, 25 Eylül 1988 günü medya patronları için düzenlenen bir toplantıda, enflasyonla ilgili zor bir soruyu Özal adına mikrofonu alan Erol Simavi cevaplamıştı.
 
Yine de Haziran 1988’de ANAP Kongresi’nde Özal’a yönelik suikast giriÅŸiminden 10 yıl sonra kardeÅŸ Korkut Özal, Erol Simavi’nin de iÅŸin içinde olabileceÄŸini söylemiÅŸ, Semra Özal ise iddiayı yalanlamıştı.
 
Ä°ÅŸte 1990 yılının yazında Erol Simavi, böyle çalkantılı bir sektörde, zarar ederken, Çetin Emeç cinayetinin travmasını atlatamamışken, Maxwell’den gelen teklifle heyecanlanmıştı.
 
Görüşmeler sürerken, siyaseti ve gazetelerde görünmeyi çok seven Maxwell yatını Ataköy marinasına çekti ve gazetecileri basın toplantısı yapmak üzere yatına davet etti. Basın toplantısı için yata çıkan gazetecilerden, yatın döşemeleri çizilmesin diye ayakkabılarını çıkarmaları istendi. Ve başladı Maxwell anlatmaya;
 
“Özal’a hayranım. Körfez bunalımındaki tutumundan dolayı kendisine tüm Avrupa adına teÅŸekkür ettim” Maxwell hızını alamayıp “Biraz da iç siyasetten konuÅŸmak istiyorum” deyip, muhalefet liderlerini eleÅŸtirmeye baÅŸlamıştı: “Demirel’in Çankaya’ya çıkmaması çok yanlış, Ä°nönü’nün yurtdışında Özal’ı eleÅŸtirmesi çok garip”.
 
Zengin iÅŸadamı konuÅŸtukça açıldı: “SoÄŸuk savaÅŸ biterken Türkiye’nin yeni bir misyonu olacaktır. AT’ye tam üye olması gereken Türkiye AT ile Ä°slam dünyası arasında köprü görevi görecektir.”
 
Ãœlkenin en büyük gazetesinin yarısını almak üzere olan yabancı bir medya patronunun iç siyasetle ilgili sözleri muhalefeti ayaÄŸa kaldırmıştı. Ä°nönü “Anlaşılan sadece gazete sahibi olmak için deÄŸil, belli çevrelerin sözcüsü olmak için Türkiye’ye gelmiÅŸ” derken, Demirel, “Maxwell de kim oluyor? Kimin sözcülüğünü yapıyor” diye çıkışmıştı.
 
Ertesi gün gazetelerde Erol Simavi’nin Hürriyet’in yüzde 49’unu Maxwell’e satmaktan vazgeçtiÄŸi haberi çıktı.
 
Yerli ve milli kalmak için büyük bir parayı reddeden Simavi, üç yıl sonra gazetenin yüzde 25’ini 16 milyon dolara Erol Aksoy’a sattı. Daha sonra Aksoy’un iflası, yaÅŸanan sorunlar üzerine 29 Haziran 1994 günü Hürriyet’e Milliyet’in sahibi Aydın DoÄŸan’ın ortak olduÄŸu açıklandı.
 
Ertesi gün ise çok ilginç bir ziyaret oldu. Erol Simavi, Genelkurmay’a giderek, Genelkurmay BaÅŸkanı DoÄŸan GüreÅŸ’e törenle 3 milyon dolarlık bir yardım çeki verdi. Ve bir süre sonra da bir daha dönmemek üzere Ä°sviçre’ye gitti.
 
78 yıllık Simavi Ailesi’nden sonra geçen hafta 39 yıllık DoÄŸan ailesi de medyadan çekildi.
 
Haberi ilk olarak bir internet sitesi duyurdu, taraflardan görüş alarak ilk haberi bir Amerikan gazetesi yapabildi, satış kulislerini ilk olarak Hürriyet’ten ayrılmış bir iÅŸletmeci yazdı, üzerine en açık yorumlar internetten yayın yapan bir televizyonda yapılabildi. Åžunlar iÅŸten atılır, bunlar atılmalıdır totosu yapanlar, eski defterleri açanlar oldu.
 
Bütün bunlar bile bu satışın yapıldığı dönemin medya ortamı hakkında yeterince fikir veriyor.
 
O yüzden üzerinden uzun yıllar, açılışlar, temel atma törenleri, davetler, uçak seyahatleri, genel yayın yönetmeni deÄŸiÅŸiklikleri, yazılarına son verilmiÅŸ yazarlar geçmesine raÄŸmen sanki dün olmuÅŸ, sanki 15 Temmuz’da bu grubun binası darbeciler tarafından hiç basılmamış gibi konuyu 28 Åžubat’a, eski hasımlıklara baÄŸlayarak, sanki medya-siyaset iliÅŸkileri rayına girmiÅŸ gibi ‘pijamalı BaÅŸbakan karşılaÅŸama” fotoÄŸraflarını öne sürerek, daha kötüleri atılmış ve hala atılmakta olan eski manÅŸetleri, kötü gazetecilik örneklerini hatırlatarak anlaşılacak bir durum yok ortada...
 
Hele bir zamanlar statükocu olmakla suçlanan, esas sahibinin devlet olduÄŸu söylenen, Türkiye Türklerindir ibaresi yüzünden suçlanan bir gazetenin bugün el deÄŸiÅŸtirince artık “yerli ve milli” olduÄŸunun söylenmesi herhalde tarihin bize kötü bir ÅŸakası olsa gerek...
 
Türkiye’de gazetecilik yapmak kadar gazete sahibi olmak da her zaman zor oldu.
 
Hem iktidarlar muhalefetten ve eleştirilmekten pek hoşlanmadığı için, hem de gazeteciler ve gazete patronları gazetecilik sınırlarıyla yetinmeyip, iktidar oyunlarını sevdiği için...
 
Gazetecilik her zaman siyasi davaların, ekonomik faaliyetlerin bir aracıydı, her devir kendi medyasını ve gazetecilerini yarattı. Okurlar da medyadan gerçeklerden önce, ne kadar haklı olduklarını duymak istediler.
 
O yüzden medyada uzun ömürlü kurumsal yapılar, uluslararası standartlarda gazetecilik ekolleri oluşamadı.
 
Yanlışı ile doğrusuyla, bir toplumsal kesimi temsil eden, kar eden, kurumsal bir kimlik yaratmayı başarmış, 39 yıllık bir medya ailesinin de bu işi bırakması ilk önce bu köksüzlüğün devamı anlamına geliyor.
 
1876’dan beri Matbuat Kanunlarında serbest olduÄŸu söylenmesine raÄŸmen, Türkiye’nin geçmiÅŸinde gazeteciliÄŸin sırtını dayanacağı Amerikan Anayasası’nın Birinci Ek Maddesi gibi garantiler, gazeteciliÄŸin bir toplumun saÄŸlığı için vazgeçilmezliÄŸi üzerine genel kabuller, iyi örnekler, tecrübeler ve tabii bütün bunlar için bir toplumsal talep de yok.
 
Aslında Anayasası’na 1791’de fikir, basın, ibadet özgürlüğünü garanti altına alan ek bir madde koymuÅŸ Amerika’nın da bu maddenin tam olarak gereÄŸini yapması ancak yaÅŸanan acı tecrübeler, Ä°kinci Dünya Savaşı sonrasında Yüksek Mahkeme’nin verdiÄŸi kararlarla mümkün olabilmiÅŸti.
 
O yüzden The Post filminde hikayesi anlatılan Washington Post’un sahibi Katharine Graham, 1971’de Savunma Bakanlığı’nın Vietnam’da yapılan yanlışlarla ilgili iç raporunu, bunu bastığı için yanını durdurulan New York Times’dan sonra gazetesinde yayınlamak için uzun süre düşünmüştü.
 
Ama hem onun gibi patronların cesareti hem de 190 yıl önceki “Kongre basına sansür yasası yapamaz” maddesini “basın özgürlüğünün ülkenin güvenliÄŸi ve kamusal tartışma için esas olduÄŸunu” söyleyerek geniÅŸleten Anayasa Mahkemesi’nin kararları üzerine Amerikan medyası kendi gazetecilik geleneÄŸini ve kültürünü inÅŸa etti.
 
Belki de Türkiye’de tüm bu yaÅŸananlar sonunda toplumun medyadan haklı çıkmayı, siyasi propagandayı deÄŸil, gerçeÄŸi talep edeceÄŸi, devletin medyada açık bir kamusal tartışmanın ve sorgulamanın, ülkenin bekası ve toplumsal barışı için kıymetini teslim edeceÄŸi, gazetecilerin mesleklerinin aktivistlik ya da dava adamlığından insanlık için daha hayırlı bir iÅŸ olduÄŸunu ve ancak uluslararası standartlarda yapılırsa meslek itibarının korunabileceÄŸini fark edecekleri bir olgunluk sınavıdır.
 

 

Bu sınavda kimin sınıfı geçip kimin kaldığını da muhakkak bir gün yine gazetelerden okuruz...

Henüz yorum yapılmamış.

* İşaretli tüm alanları doldurunuz.